Üzerimde kimsesizliğin vermiş olduğu rahatlık var iken bir yandan da tüm o aile sorumluluğunun altında ezilmişlik hissi ile cebelleşiyorum. Akvaryumdaki balık gibiyim... Tanrım nasıl oldu da bana su koymayı unuttun? Sokakların vermiş olduğu güvensizlik ile bildiğim sokaklardan ayrılacak olmamın tedirginliği ile harmanlanmış hamurum, doğduğumdan beri....
Buraları terk edeceğimizi bilerek geliyoruz ya peki neden bağlanıyoruz bu sokaklara, semtlere, şehirlere? Daha da önemlisi ölmek için doğuyorsak neden bağlanıyoruz bu dünyaya? Neden misafir olduğumuz bu dünyada başka misafirlere alışıyoruz? geçici alışkanlıklar için neden hırpalıyoruz üç günlük hayatlarımızı? tabii bir de sizlerin bu alışkanlıklara sevgi diye adlandırdığınızı unutuyorum hep. Bağımlılıklarınıza aşk dersiniz, alışkanlıklarınıza sevgi. Tutturduğunuz bir dümen var ona düzen dersiniz, düzene ise mutluluk. Ben sanırım deliyim yada zamanla delirdim belkide... Ama yeterince değil. Ayak uyduramadım bu dünyaya o kadar içinizdenim ki sevgiyi hissedebiliyorum, aşık olabiliyorum, mutluyum diyorum. ama ruhum nasıl dış kapının dış mandalı olarak kalmış ise bir türlü yolunu bulamıyorum topluma katılmanın... Ben sanırım uyumsuzluk yaratan o çatlak bardağım, köşeleri kırılmış tabağım, son sayfası yırtılmış kitabım, kullanılmayan sürahi hatta boşaltılmayan kül tabağıyım. Ben o kül tabağındaki yakılıp unutulan, sönmeye yüz tutmuş sigarayım... Boşverilmişliğin vücut bulmuş haliyim, ömrüm imtihanla geçiyor...